Topuk, burun, topuk,
burun, sol, sağ, sol, sağ… Sokak araları, kavga edip, yer yer cilveleşen
kediler. Giriş katlarda yaşlı teyzeler, bomboş sokağı izlemede. Tekrar sol ve
sağ, ana yola çık. Ihlamurların yanından geç, mis kokuyu al. (Şu hayattan daha
ne istersin be kadın?) Hafif eğimli bi’ yol. Acelem varsa hep ter basar,
yorulurum. Abonesi olduğum kurutemizlemeci ve eczaneyi geçtim. Doğduğum evi
bile geçtim. Zor hatırladığım zamanlar oldu onlar artık. Bulanıklaştı ama ruhu
tertemiz. Lise geçtim. Komik çalan teneffüs zili eşliğinde. Kafama kuş
pislemesin diye ağaçlı olan yerlerde hep dikkatli yürürüm. Köşede bir kaç kedi
görüp her zamanki gibi durup sevmece ve yola devam. Karşıdan karşıya geçtim.
Sağımda Malatya pazarını geçiyorum. “Off narlar ne kadar güzel!” Bir kaç adım
kaldı vee “hangi dolmuş kalkıyor?”
Dolmuş şoförlerinin
gülümsemesini yakalarsan günün güzel geçer. Samimi adamlar. Selamın aleyküm,
aleyküm selam. İnsanlarda hep kulaklık var. Dünyaya gelirken yanımıza konmuş
onlar. Bende de var tabi, Kafamda imgeler döner, kulağımda müzikler, ben hep
dışarı bakarım. Ama görmem genellikle. İmgeler ağır basar. Yine bi’yere
gidiyorum bak. Adı meçhul. Ya Şişhane’de, ya merdivenlerde ya da meydanda
ineceğim. Çok seçenek yok. Şoförlere çok inanıyorum. İnanıyorum işte.
Karmakarışık playlistim yüzünden, ruh halimi çözmeye çalışırken (sanki genelde
başarılı olabilirmişim gibi) ineceğim yeri unutuyorum. “Ayyy geçtik.”
Sağımdan solumdan
sürekli insanlar geçiyor. Ben aşağı yürüyorum. Bazı dudak kıvrımlarından
kaçıyorum. Bazı kokuların peşinden gidiyorum. Ben yine gidiyorum… Yürürken
ayaklarımı içe içe basarım bazen, aşağı bakıp onları düzeltiyorum. Göz
kalemimin akması ihtimaline karşı kenarlarını siliyorum. Telefonuma bakıyorum,
beğeniler. Gerçek mi ki o beğeniler. Yazan:0 Hissedilen ruh karmaşası +100
Kadıköy-Karaköy
vapuru. 21.00’lık denizdeyim. Çok aşk acısı çekmiş bir çocuk, şarkı söylemeye
çalışıp, böğürüyor. Yazık diyen var, sapık diyen var. Bence kayıp. Ama çok
yanık söylüyor. Önümde duran defter de Frida. Kelimeleri devam ettirmek için
vapurun yola çıkmasını bekliyorum.
İnsanlar artık güzel
manzara gördüğünde, sadece bakıp, belki biraz hayal kurup, derin derin içine
çekmiyor evleri, ağaçları. Hemen çıkıyor
bi kamera. Ne kadar güzel çıkacağı ile ilgileniyor. Ben de kelimelerimi
yarıştırmak için bakamıyorum manzaraya ama ben doya doya çektim bi’gün içime.
Sağımda Galatasaray
formalı bir çocuk. Muhtemelen sevgilisi olmadığına içi sıkılmış ve ergenliğinin
son bölümünde biri. Annesinin göz bebeği, babasına tripli. Dalgaların çıkardığı
köpüklere sıkıntılı. Gitmek istiyor çünkü.
Karaköy-İstiklal
Tüneli. 22.00’lık hüzün. Tek yürüdüğüm için, İstiklal’de olduğum için, “daha
maskülen yürüyüp daha sert bakmalıyım etrafa” diye düşüncelerdeyim. İsyanın
biri bin para. Bunu nasıl dışarı vuracağımı düşünürken, sol tarafta bi şarkı
dokunuyor kulağıma “dün gece çok aradım, aradım bulamadım, kör olası
çöpçüleeeer, aşkımı süüpürmüşleer!” Tebessüm ettim ardından teşekkür ettim.
İçimi daha iyi anlatamazdı.
Taksim-İstiklal’de
bir café. 01.30 suları. Alkollüyüm, susamışım. Birini bekliyorum ve birinden
gidiyorum. “Gitmek” diye fısıldıyorum kendime; bazen sadece gitmektir. Güzel de
olabilir, kimden ve nereye gittiğinle ilintili olarak. Ellerime baktım.
Tırnaklarıma baktım. “Kahretsin ojelerimin kenarları çıkmış” diye geçirdim
içimden. Sonra kahvem geldi diye mutlu oldum. Sağ ön çaprazımda kızlı-erkekli
bir grup. Nargile içiyorlar. Alnımı
kırıştırarak “Bu saatte ağır değil mi yahu?” diye soruyorum kendime. Halbuki
benim içim onlardan ağır. Söyleyemediğim kelimelerim, söyleyip de
ulaştıramadığım kelimelerimden dolayı ağır. At koşturur gibi de önümdeki
deftere yazıyorum. Tanımadığım insanları çok özlediğimi fark ediyorum. Kendimi
nasıl soyutladığımı fark ediyorum. Yaş ilerledikçe, kelimeleştiğimi fark
ediyorum. Güvercinlerin en mutluğu olduğu yerin Taksim Meydanı olduğunu fark
ediyorum. Her şeyi fark etmek istiyorum.
Taksim-Yeşilköy
dolmuşu 04.30 parası; “Burdan 1 kişi uzatır mısınız?...”