12 Aralık 2013 Perşembe

"Üç Yol Var" Dedi, Biri Milano'ya Çıktı

Kulaklığımı takınca heryere gidebileceğimi söylediler, ben de öyle yaptım, işte Milano'dayım! Yani oradaydım.
Tren istasyona yaklaşırken size kalbimin hızını nasıl tarif etsem ki bilemiyorum.
Sonra bir basamak indim... O kadar uzun zamandır beklemiştim ki gitmeyi.
Tabi ben durur muyum, anında başladım fotoğraf çekmeye arkadaşımı beklerken.

Yılbaşı ağacımızı koyalım da December Special Edition olduğu belli olsun. İtalya'nın heryerinde dev gibi çam ağaçları dikiyorlar emin olabilirsiniz. Napoli'de de kaç tane gördüm inanın sayamadım. Kaldı ki etraf günlük güneşlik. O yüzden bir anlık yılbaşı ruhunu yakalıyorum, sonra kaçıyor. 
 Ben oturdum tabi oraya insanlara bakıyorum ki önümden 2 tane Vogue kapağından fırlamış kız geçti. Miu Miu ayakkabılarına mı baksam stillerine mi baksam aklımda da fotoğraflarını çekmek vardı derken yürüyüp gittiler tabi. Ben de tam turist ömer modumdayım tabi toparlanıp başka şehre gelmişim, o gezici ruhumu yansıtıyorum. 
Burada tıkılıp kalmayayım dışarıyı göreyim diye biraz daha yürüdüm...










Hala ağzım açık bir şekilde etrafı izliyorum. Tam öküz oldum ya. Biri birşeyimi alsa aman Milano nasıl olsa canı sağolsun deyip yürümeye devam edicem. Hayret bişiyy. Neyse hiçbirşeyim kaybolmadı onu da belirtiyim. İlk andaki izlenimimi soracak olursanız mükemmeldi ki daha istasyondan çıkmamıştım bile. Zaten geçirdiğim 4 gün boyunca da bu izlenimim hiç azalmadı aksine arttı. 


Arkadaşımın evinin yakınlarında o kadar tatlı parklar var ki orada yatıp yuvarlanmak istedim mutluluktan. Bir de bi ara ağlamak istemiştim. Şehrin o enerjisini heryerden hissedebiliyorsunuz. En sakin yerde bile... Bir de bu post biraz fazla fotoğraf içericek huyumdur biliyorsunuz uyarılarımı hep önceden yaparım. 

Fotoğraflara bakanlar bu binanın neresini çektin diye düşünebilirler fakat haklı değiller. Çünkü o an çöp tenekesini bile çekebilecek moddaydım. Hepsi içine çekti beni. E ne yapayım hergün İtalya'nın her farklı yerini göremiyorum. 
Genel halkından, kalabalığa karıştığım fotoğraflarda bahsedeceğim. Bu arada sabaha karşı 5'te bu sokaklarda elinde dönerle yürümenin tontişliği diyorum size. 
























Eskiden bu arabaların geçtiği yol su doluymuş üstünden de kayıklarla ürün taşıyorlarmış. Buralar da hep bizimdi işte eskiden arsamız va... İlk kısmı doğru evet. Gerçi arsamız olsa hiç fena olmazdı hatta mutluluktan kendimi atardım aşşa. Ünlü Duomo meydanına çıkmak için bi 20 dakika falan yürüdük yanlış hatırlamıyorsam. Bir sokak komple mağazaydı sağlı sollu lezzetli mağazalar. Bu kapılardan sonraki yolda mağazalar bitti, taa kiiii.... Gelicem oraya da.


Milano'da sokak sanatına çok önem veriyorlar. Giderken ve dönerken çok sayıda müzik yapan, dans eden gruplar gördük. Ah şu akordeonun sesi... Bizim orada da vardı tabi de Hatırla Sevgili dışında böyle çeşit çalsa daha çok sevinecektim. 
Sağ çaprazınızda gördüğünüz sokaktan girdik, trafiğe kapalı alanmış orası. Tam ortadan daldık yürümeye..


Sokak sanatına önem verdiklerini AT kafasından anlayabilirsiniz. Adam baya çılgın dans ediyodu ya. Çok istiyorum şu maskeden bir yılbaşında da hayrına alsanıza bana at maskesi:( At, avrat bir de Duomo! Uçtan gözükmesiyle bende bir iç kıpraşması bir kelebekler vadisi oldu resmen midem. Her instagramı açtığımda farklı birinin Duomo kilisesini koymasından içim şişmişti, kıskançlıktan ellerimi kemirmeye başlamıştım kiiii ben de adım attım.

Ben olduğum süre içinde bu tatlı pazarı her geçişimde gördüm. Ne arasanız satıyorlardı. Gül suyu, peynirler tabi çeşit çeşit, elektronik malzemeler, kıyafetler... Alan da geniş olunca duyan satmaya gelmiş. Tabi pazardan önce Duomo'ya o kadar odaklandım ki eskiden Nickelodeon kanalında Sevimli Canavarlar vardı benim dönemim iyi bilir -siiiz eyyii biliisiniz- lava lambası görünce "ouuuuaaa" diye hipnotize olmuş gibi izlerlerdi. -Betimlemeyi uzun tuttum ama- işte ben de öyle oldum buraya gelince. 


Koş anne koş benim de şu kilisenin önünde sonunda bir fotoğrafım oldu. Getirin şampanyaları kutlama yapıcaz! Bir daha baktım da tam turist ömerim. Bacaklarım uzun mu çıkmış o.O Perspektifini sevdiğim!


GERİ GÖTÜRÜN BENİİİ YOLLAYIN BENİİİİ! Nasıl görkemli bir çam ağacı kurmuşlar. Bu fotoğrafı ertesi günü çekmiştim, bir de nasıl kalabalık insanlar. Heh insanlar demişken, genci yaşlısı hiç ayırt etmeden hepsi şık olabilir mi? Oluyormuş. Hem de hiç kasmadan. Etraftan çok zaten insanlara bakıp arkadaşımla birbirimizi sürekli dürtmekten başım döndü. Erkeklerde de şu var ki -tabi ki yakışıklı var- yakışıklılıktan çok karizmatik adamlar ya. Koluna girip "canım seni şöyle alalım" diyesim geldi kaç kez. Kadınlar desen çok cool. Özellikle Navigli kısmında daha çok gençler vardı. Onlar da ayrı bi tarzlar. Ben tabi koca ağzımla sırıta sırıta dolaşıyorum. 

Akşamına arkadaşımın okuldan arkadaşının ev partisi vardı ona gittik. Burdaki insanlar gerçekten sıcaklar ya. Zaten başta pembe saçım ve dövmemle kimse benim türk olduğuma inanmadı. Sabaha karşı gittiğimiz kebapçı da inanmadı ya neyse. Böyle bir ev partisine daha önce katılmamıştım, herkes kendi kafasına göre takılıyor zaten, gayet hoş bir ortamdı. Sonrasında Tünel diye bir gece kulübüne gittik. Oraları biraz parçalı bulutlu hatırlıyorum fakat mekandan öyle popüler hit parçalar beklemeyin. Daha çok elektornik veya tekno tarzı çalıyolar. Çok benim tarzım olmasa da yine de eğlendim! 


Yine ben ve kırmızı burnum:( Yok abi sonbahara geldiğimiz anda o soğuklar geçene kadar ben burnum kırmızı dolaşıyorum. E yazın desen yandığı için kırmızı oluyo. Çok kavgalarımız oldu bu yüzden. 
Benim enn bal bulduğum yere geldik şuanda! Canım Cristina'mın (moda editörüm:)) tavsiyesi üzerine Piazza Sant' Eustorgio'da bulunan şubelerinden birine California Bakery'e geldik. Ve yine tavsiye üzerine mis gibi bir bagel yedik! İlk geldiğimizde full doluydu, saat 2 olmuştu açlıktan çılgına dönmüştük ve baya yol yürümüştük. Anlayacağınız kahramanlarımız bitkindi fakat 2 kişilik yer boşalması durumunda koştuk hemen hatta uçtuk. 



Burada önceden de yazdığım gibi dolu dolu kahve içemediğimden büyük boy bir kahve söyledim. Tavanı da sepet havası! Ağzımdan gökkuşağı akıyordu orada otururken. Işınlanma makinesi keşfedilmedi daha dimi? Tamam... 


 Cingııl beeels cingıl beeeeels. Fotoğraf büyüdükçe ben de ekrana daha fazla yapışıyorum. Bilgisayarı yemesem bari... Cupcake kısmı da vardı fakat o gün gittiğimizde hepsi bitmişti;( E biz ne yaptık devasa bir cookie söyledik. Ağızda dağılan sıcak parça çikolatalı ve fındıklı.. OOOOOF.


Geçtik cookileri, California Bakery'den çıkıp sola doğru ilerleyip karşıya geçerseniz bu çok güzel vintage kıyafetler satan aynı zamanda da birsürü plak ve cd satan bununla da kalmayıp gerek moda ile gerek kalıplaşmış ve ikonlaşmış grupların ve şarkıcıların kitaplarını sizlere sunan Serendeepity adında bir mağaza. Tahmin edersiniz ki içinde kayboldum, gözlerim yine 360 derece döndü.


İlk giriş katında plakları, cdleri bulabilirsiniz ve ayrıca kitapları ve dergileri... Lavliyyy<3 Aşağı katına inince vintage kıyafetleri, gözlükleri, çantaları, eşarpları, takıları herşeyi bulabilirsiniz. Kafamı askıların arasına bir gömüp çıkardım. Bu arada dipnot: Milano'da Plastik adında bir gece kulübünde çalan djlerin yeri burası. Zevkli bir müzik tarzları var. Bu 2 yere de uğramadan dönmeyin. 


Tarihi binalara veya güzelim evin duvarlarına grafitti yapanları ben affetsem allah affetmez öyle bir görüntüleri bozuyorlar. Yanlız bir de böyleleri var ki bu sanattır işte! Acid kafasında çalışmış adamlar ve harika olmuş. Via Torino yolu boyunca birsürü böyle başarılı grafitti görmeniz mümkün. Gerçi bu grafittilikten çıkıp tablo olmuş artık. 


Lanet olsun bu havanın erken kararmaları. Via Toledo yolu uzundur biraz, biz take away kahve alalım diye yürüyene kadar hava karardı. Bir de İtalya'da olduğum süre içinde ilk Starbucks havasında olan yeri Milano'da gördüm; Arnold Coffee. İtalya'nın yerlileri veya köklerine bağlı olanların buradan zaten kahve aldıklarını sanmıyorum, onların kahve kültürü Bar veya Caffetteria dedikleri yerlere girip espresso içip çıkmak. Burda doğru veya yanlış yok, herkesin keyifleri başka. Ben ikisini de denedim ama yok take awayden vazgeçemiyorum. Arnold Coffee de çok tatlı bir yer, inanılmaz küçük ama birsürü katı var. Aklıma da "heeey Arnold" geldi birden. Neden acaba! Yanlız kahve hazırlamalarının baya yavaş olduğunu söylemem lazım ki çok bekleyen yoktu o an. Kahve tadı da aynı Starbucks. Bizim tabi oturmak gibi bir niyetimiz yoktu, bu dükkan Duomo meydanına yakın olduğundan minik cupcakeimi ve kahvemi alarak meydana gittik.


Ah seni seviyorum Christmas.. O an ne soğuk ne başka birşey kaldı tabiki. Manzara tam olarak buydu. Ortadaki heykelin dibine oturduk ve başlasın insanlara bakma keyfi. Bir de bu güzelim yılbaşı çamına... Bu anımı en mutlu olduğum anlar koleksiyonuma ekledim. 


Akşam da ayrı bir inanılmaz... Kafamı biraz çeviriyorum Duomo geri dönüyorum çam ağacı. Tabii ben dışı kadar içinin de görkemli olduğunu duyduğumdan kahveleri hızlıca içip, koşarak içine girdik.


Girdiğin anda o mistik havasıyla özdeşleşiyorsun. Fotoğrafta gördüğünüz kısımda kiliseyle ilgili eşyalar satılıyordu. Sol tarafımda da kutsal suyla istavroz çıkarıyorlardı. Benim de Vatikan'da yarı yaptığım şey yani. Alnıma sürüp bırakmıştım-_-


İtalya'nın istisnasız her binasında, her yapısında bu işçiliği görüyorsunuz. Normalde kimsenin dikkat etmeyeceği yerlere adamlar öyle bir sanat yapmışlar ki. Aklım almıyor. Bu arada burada da çok güzel moda çekimi olurdu. Gezerken de bir yandan aklım o kısımdaydı hep.


Bu devasa bir org(erganun) fakat bunun bir arka kısmı daha var. İnanılmaz derecede büyük ve benim dinlemekten çok keyif aldığım bir müzik aleti.


Girdiğimiz sırada ayinin ortasına denk geldik, çokta anlıyormuşuz gibi durduk dinliyoruz ama tabi biliyorsunuz iş tamamen görsel şov. Yani 3 rahip geliyor yer değişiyorlar biri tütsü yapıyor biri mum yakıyor şarkılar falan derken ay dedim tamam çıkalım.


Ertesi gün biz yine Navigli taraflarına doğru uzandık, Pazar günüydü ve inanılmaz soğuktu yani bacaklarım nasıl uyuşmuştu kendi kendilerine hareket ediyor gibiydiler. Bir de bir sis vardı ki.. O kötü gelmedi ama soğuk olmasaydı iyiydi. Yine de doğa anneye çok teşekkürlerimi iletiyorum ki 1 gram rüzgar yok Milano'da. O zaman herhalde orada kaskatı kesilirdim. Şu parka heykel olurdum. Tabi soğuk moğuk dinlemeden azimle ben fotoğrafları çekiyorum. Parklar da beni içine çekiyor. Tam hep kafamda canlandırdığım bir park havası. Bütün görselleriyle karemdeki yerlerini aldılar.


Biz yine akşam Duomo meydanındaydık. Warhol sergisine gitmek üzere ara sokaklardan geçip binayı bulmaya çalışıyorduk. Meğersem o kadar yürümemize rağmen sergi dibimizdeymiş ama olsun ara sokakları görüp aya doğru yürüyen çiftleri bulduk. Sağdaki kuleyi de Galata kulesine benzettik, hani kendimizi evimizde gibi görelim diye fakat hiçkimse senn gibi olamadıı Galata kulesi.


Ve Warhol sergisinin girişine geldik; Palazzo Reale. Yok abi burada fotoğraf çekmeden durulmuyor. Bana Çırağan Sarayının merdivenlerini hatırlattı. Tabi onun daha minisi.


Warhol'un sergisini de gördüm ya artık ölsem de gam yemem. Giriş 9.5 euro. Yani bunun için birşey değil. Eğer Milano'da olanınız varsa kaçırmayın sakın derim. Girişte bir de kulaklık veriyorlar, tabloların yanındaki yazan numaralara göre basıp o tabloyu, Andy Warhol'un görüşlerini dinleyebiliyorsun. Öncelikle bilmeyenler için kendisi Pop-Art'ı ortaya çıkaran insan ki günümüzde en popüler olan, ilham alınan sanat. Bakınız Lady Gaga'nın son albüm kapağı. En yakın örnek o aklıma geldi. Adam tam bir freak. Kalıplarının her zaman dışına çıkan, o dönem kim ünlüyse onlarla çalışan, bir bakıma popüler kültürle bu tablolar aracılığıyla dalga geçen bir sanatçı. Oh tam benim kafa. Bu arada uyuşturucu çılgınıymış. Partiler olsun oooh paşam. 


Herkesin 15 dakikalığına ünlü olacağına inanır. Para kazanmaya ve ölüme aşırı takıntılı bir insamış. Öyle ki ölümden deli gibi korkarmış. Bunu da tablolarına oldukça fazla yansıtıyor. 


Binlerce ünlünün polaroid çektiği fotoğrafları da sergileniyordu. Renkleriyle oynamış bir de çektikten sonra. O zamanın koşullarına göre adam epey yetenkeli! Benim en beğendiğim 3 ismi çektim; Jane Fonda, Yves Saint Laurent ve Diana Vreeland. Andy Warhol kendisini beğenmeyen bir insanmış çirkin bulurmuş fakat ironiktir ki çok selfie fotoğrafı var.


Bu kadar Warholculuk yeter. O kısmı okurken bayılmayın beni terk etmeyin diye kısa kesiyorum bakın. Hem sergiyi gidip görmeniz çok daha iyi olur. Çıkış kapımızdan çıktık sonunda gerçi zaten baya kısa sürdü dolaşmamız. 


Burada heryer Duomo meydanına çıkıyor. Şikayet ettim mi? ASLA! Bu son gecemdi maalesef. Ama yine 4 gün için doya doya tadını çıkardım, soğuğumu da yiyip hasta da oldum. O derece inanarak dolaştım yani. Çok kısa zamanda tekrar görüşüceğimizi biliyorum Milano. 


Tren yolculuklarını hep melankolik bulmuşumdur. 
Sevdiğim bir yerden ayrılınca bir de o biraz daha fazlalaştı ama garip bir de dinginlik çöktü. 
Küçük kırmızı bavuluma sadece eşyalarımı değil,
İçine çokta güzel anıları da koydum dönerken,
En güzeli de o trafiğe kapalı alanda oturup 1 saat boyunca sokakta gitar çalan çocuğu dinlemek...
"...And the songs they get louder
Each one better than before..."




5 Aralık 2013 Perşembe

Ben En Çirkini Güzellerin

Böyle başlık attığıma bakmayın, bu postta yazıcağım konunun "çirkinlik" kavramıyla uzaktan yakından alakası yok. Yani bana göre!


Güzellik, estetik bunlar hep öznel terimler. Kişiden kişiye göre değişir yani. Fakat sırf Türkiye'de değil dünyada öyle bir toplum ve market baskısı oluştu ki, moda çekimleri olsun, güzellik veya reklam çekimleri olsun modelde her zaman bir altın orana her zaman "herkese göre güzel olan" kadına gidilmeye başlandı. 

Uzun zamandır bunun beni rahatsız etmesiyle beraber artık yazmam gerektiğine karar verdim. Belki "Cara Delevingne, Doutzen Kroes gibi modelleri beğenip nasıl böyle birşey yazıyorsun" diye düşünenler olabilir. Şöyle ki tabi ki hala onları beğenip Cara'ya da tapıyorum. Lakin her zaman tercih edilen bu olmamalı sadece. Her zaman kusursuz bir model alınıp, maalesef müşteriler öyle istiyor diye son derece şık ve yapay yapıp bu herkese sunuluyor. Moda da sanatın bir dalı, her gördüğünüz tabloda, resimde sanatçının ruh halinden, ilham kaynaklarından esintiler görüyorsunuz. Bu çekimler de bir sanat değil mi... Moda editörü, fotoğrafçı, saç ve makyaj mesleğindekiler de bir sanatçı. Yani bu işte ruh önemli. İçine sinmesi çok önemli! İnsan kendi mesleğinden bahsederken biraz daha ciddileşiyormuş sanırım ay hiç ben değil ama böyle konuşursam da kimse beni ciddiye almayacak sonra. "Ay bu kesin yazarken gülüyordur" deyip yazının ortasından beni bırakıp giderler.


Barbra Streisand'i hepinizin bildiğini varsayıyorum. Dış görünüşünü kabullenip bununla oynamaya çalışmayan insanlar bana daha samimi geliyor kimse kusura bakmasın. Çünkü kadın ideali odaklı. Bir sanatçı olarak görünüşündeki ışığı ayarlamayı es geçip içindeki ışığı keşfetmiş. Ve bu haliyle işindeki başarısını ve görünüşündeki parlamasını sağlamış. 


Bana ilham kaynağı olan bir insan Diana Vreeland. Tanımayanlar için kendisi çok başarılı bir moda editörüydü. Kendisinin o "diğer güzel" kadınlardan olmadığını biliyordu. Ve bunu dile de getiriyordu. Fakat kafasına takmadığı birşeydi. Stili, hayata bakışı o kadar orjinalmiş ki burada da gördüğünüz gibi benim için en güzel kadınlardan birisi. Stil sizi rezil de eder vezir de. Ne kadar altın oranınız olursa olsun, burnunuz hokka da olsa, stilden sınıfta kalırsanız merhaba kezbancım merhaba... 
Hayata bakış, verdiğin değerler, hayal gücü, iş, stil hepsi iç içe geçmiş çemberlerdir. Sadece onu kendi vizyonunla ne kadar zenginleştirdiğin önemli olan. 


Geldik en bebeksi yere. Bu arada geçen fark ettim, diğer kızların telefonlarının arka planında sevgilisi, kedisi, köpeği hiç olmadı bir erkek modelin/ünlünün fotoğrafı olur, bende de hep değişiyor fakat her seferinde başka hallenen kadın model... Ah bu ben. 

Son zamanlardaki yeni gözdem, Charlie Bredal. Kızın bu çekimini gördüğüm ilk anda bilmiyorum ama aşırı güzel ve çekici göründü. Hokka bir burnu yok ve gözleri de hafif çıkıkımsı. Ama çok güzel bir ışığı var ve herkesin "kusur" dediği o kemikli burnu ben beğendim. Ama mesela çekime de bakacak olursak, stüdyo çekimi...
Her çekimin ayrı bir masalı, bir melodisi olmalı...


Konu aslında sadece hiçbir zaman sadece modelden veya sadece konseptten ibaret değildir. Çekimlerde hepsi bir bütündür. Fakat beğenilme kaygısı, satılabilme kaygısı olduğu için heryerde kime hitap ediliyorsa onlara yönelik çalışma yapılıyor. E burada da hayal gücümüz çok geri planlara gidiyor. 

Büyük bir ironi değil mi... Sanatçının son derece ruhuna, hayallerine, masallarına yönelik bir mesleği var fakat o mesleği icra ederken hiçbirini kullanamaması. Kimse buna birşey diyemiyor çünkü burada devreye para giriyor. Yere batsın şu paralar ya! Şuraya yazıyorum, ileride aksini davranırsam hatırlatın, her zaman kişiliğime yönelik, tarzıma göre işler yapmak istiyorum. Tabi istisnalar kaideyi bozmaz. Vogue Italya kalkıp beni kabul ederde şöyle yapıcaksın derse tekrar düşünebilirim... Yuh anında tornistan yaptım yanlız. Neyse ben ilerleyen zamanlarda onlara kendi tarzımı empoze ederim. 



Napoli'nin havasından mı suyundan mı nedir bilmiyorum ama hayalci olan yapım burada daha da arttı. İşte bunlar hep İtalya'nın oyunları arkadaşlar! Kanalım! 
Nice orjinal çekimler toplum ahlakına veya kültürüne uymuyor diye heba oluyor haberiniz var mı... 
Türkiye'de açıkçası orjinallik bakımından ilk sırada (moda dergisi olarak) XOXO The Mag dergisini seçiyorum. Biraz da şeye gidiyor bu konuşma "Eğeerr beni seçerseniizz bütün dergilere havuz yaptırıcaaam!" Yok öyle birşey. 
Fakat benim hala bu konuda gelişebilme açısından umudum var... Senelerdir bu işi yapanlar var biliyorum ve saygı duyuyorum fakat 50 sene de çalışılsa insanın her an kendisini yenilemesi, o zamana ayak uydurup, kendini hep aşması lazım. 


Bir de erkek çekimlerindeki şu olaya değinmek istiyorum.. Ya kim sizi yağlayıp yağlayıp atıyor kameranın önüne!? Instagramımda bir hesapta sürekli bu tarz fotoğrafları görmekten karnıma ağrılar girdi, sadece bakmaktan karnımda baklava bile oluştu! Yemin ediyorum seksi kelimesinin yanından geçmiyor! Kadın modelleri geçtim hadi ona yine konseptleri güzel olan veya yine modellerini beğendiğim çekimler yok değil ama erkekte allah aşkına yaratıcı olun! 
İnsanlar bir seksiliği yanlış biliyor bir de Dilan Bozyel'in dediği gibi cool olmayı soğuk davranmak sanıyorlar. 

Bu arada Dilan Bozyel demişken; bu yazım konusunda da önceden bana ilham olmuş olan bir fotoğrafçı olduğu için, hayal gücüne, masalsılığına bayıldığım için ondan bahsetmeden geçmek istemedim. İçim sıkıldığında veya o an kötü bir modumdaysam kendisinin çektiği fotoğraflara bakmak veya kendisinin hazırladığı "sen de beni seviyosun sebastian" videosunu izleyerek mutluluğu garanti ediyorum:) Eminim ki ve biliyorum ki kendisini çok takdir eden var çünkü hak ediyor! Buyrunuz fotoğraf günlüğü.
Bu da benden size bir etkinlik haberi olsun, 16 Aralık saat 19:00 günü Serdar-ı Ekrem Sokak. Beyoğlu'nda Lomography'nin hazırladığı, Mabel Matiz'in şarkılarından yola çıkarak, Dilan Bozyel ile çektikleri fotoğrafları sergileyecekler. Detaylı bilgi istiyorsanız tıktık. Soldaki fotoğrafı çok hoşuma gitmişti, bu postu da Dilan Bozyel'in yere düşen gökkuşağını kaldırmaya çalışmasıyla bitirmek istiyorum. Hep renkli kalın!




29 Kasım 2013 Cuma

Siestanızı Nasıl Alırdınız?

Bloglar da özlenebiliyormuş, benim burnumda tüttü, yataklara düştüm, komaya... Yok abarttım ama yazamadığım için hep bir eksiklik hissettim içimde. Sanki yazmazsam herşey kaçıp gidecekmişçesine bir his. 

Dönelim 5 gün öncesine...
Kahramanımız bir Pazar gününü brunch yaparak değerlendirmek istemişti. Hatta ona yönelik yerleri googleda araştırıp öyle de yola koyuldu. Bu arada evet okulum açıldı ve herkes italyan.. Çok tatlış gerçekten<3 En iyi dostum içkim ve bana çeviri yapan kız. Bayansı kız. 

Neyse sahile yakın, hepte gitmek istediğim alanda bir yer buldum, tabi benim gözümde köy kahvaltısı canlandı veya Hardal'daki kahvaltı tarzı birşey bekliyorum... Ah bu ben, hala öğrenemedim italyanların öyle bir kültürü olmadığını... Krosan yiyolar abi veya başka bir hamur işi... Gitti benim yumurta hayallerim, yerlere düştü nutellalı(!) köy kahvaltılarım. 


Şundan çok eminim ki hayat random yaşayınca güzel... Eğer bu görüşte olmasaydım sanırım çoğu gittiğim yeri buraya geldikten 5 ay sonra anca keşfederdim... Napoli öyle bir yer ki hangi sokaktan nasıl yerler, hangi gittiğin yerden ne tarz cafeler veya mağazalar çıkacağını kesitremiyor insan... İşte bu yüzden de bana İstanbul'u anımsatıyor ve huzurlu hissetmemi sağlıyor. Bu Pazar günüm de huzur dolu geçti zaten. Aradığım cafe doğrultusunda giderken, bir anda ünlü markaların olduğu Piazza del Martiride buldum kendimi. Ne tarafa dönsem bir marka fışkırıyor. Buna burada artı şaşırdım çünkü nedense Napoli'de bu tarz bir sokakla karşılaşacağımı hiç beklemiyordum. 


Navigasyonla geçirdiğim uzun debelenme sonucunda Clu'yu buldum. Via Carlo Poerio sokağında, dışarıdan sevimli görünüp içeri girince arkalara doğru uzayıp giden çok hoş ve nezih bir cafe. Tabi ben sitesine bakarken "breakfast" falan yazıyordu böyle marmeladlar havada uçuşuyor diye düşünürken sadece krosan ve muffin yiyip 2 kahve içmemle son buldu... 


Çok keyif aldım orası da ayrı... Burada pazar günleri bizimki gibi çoluk çocuk toplayıp veya arkadaş gruplarıyla akşamlara kadar kahvaltı keyifleri olmuyor maalesef. Çoğu Napolili evde kalıp, haftanın yorgunluğunu atma peşinde... Yani yine bir siesta ile karşı karşıyayız sayın seyirciler. Gerçi ben otururken bir anda çocuklar doluştu, git gide kalabalık olduklarında da mutfak kapısından kaçtım zaten... Fiyatları da oldukça uygun bir yer. Gününe göre de her akşam bir canlı müzikleri var. Save the list! 
Bu arada çoğu yer pazartesileri kapalı... Hmm evet yine siesta.


Buradaki ağaçlar çok şanslı. Hep yan yana yan yana, bir de denize karşı... Yağmur, çamur olan bir gündü fakat yine de güzel bir parktan geçerek çıktım deniz kenarına. Burada melankolik mutlu olmayı öğreniyorum diyebilirim. Tabi bu, bu mevsimler için geçerli ama deniz kenarına gelince herşey çözülüyor. 


Binaların renklerine hayran olduğumu söylemiştim dimi önceki yazılarımda. Tamam bu kısmı atlıyoruz. Belli bir alan trafiğe kapalı burada (via Francesco Caracciolo) ve bisiklete binen, koşan baya insan vardı. Baya dediysem maraton gibi değil tabi ama normal benim gibi dolanan insanlardan çok spor yapanları gördüm. Taktım yine kulaklığı, dönsün shuffle. 


Öyle bir his ki yaklaşık 3 saate yakın yürümüşümdür ama sürekli "acaba daha ilerisine gitsem ne vardır?" diye düşünmekten kendimi alamayıp yürüdüğüm için ertesi gün tabanlarımın varlığını çok hatırlamıyordum. Bir de kimse yok demiştim ya, bağıra çağıra şarkı söyleyip yürüyorum, kesin biri duyduysa hakkımda işlem başlatıp ülkeden attıracaktır. 


Dağlarıı deldiiim bir başımaaa çöllerii aştııım bir tek beeeen! Yok be korkarım o kadar yapamam, sahil boyunca yürüdüm sadece. Bir an kafamı sürekli oradan oraya çevirirken 360 derece döndüreceğimden korktum o kadar. Bulunduğum yere o kadar ısındım ki resmen saate bakmaya korktum ki akşam olmasın ben de dönmeyeyim eve diye;( 


Beni ararsanız kahve çekirdeklerinin arasında yüzüyor olacağım. Buraya oturmadan önce, birşeyler yemek için tam deniz kenarında olan bir yere indiğimde, bir nişan ya da bir partinin ortasında buldum kendimi. Genelde yaşlılar ve ergenlerimizin olduğunu gördüğüm anda geri koştum. Evet yürürken yine birbirini yiyen çiftler tabiki gördüm. 

Sanat hem sanat hem toplum için ama buradaki toplum biraz seks için, sonra bütün seksler toplanıp... 1 aydır buradayım napayım yandı benim de kafa. Via Toledo caddesinde, yere yatırmış tuvalini, resim yapıyor amcam. Bu arada heryeri christmas spirit kaplamış durumda. Her vitrinde bir noel baba bir çam ağacı, sokaktaki her ağacın da neredeyse üstünde süslemeler. Yılbaşına son 1 ay^^

Aklımdayken marketlerle ilgili bir farkındalığımı dile getirmek istiyorum. Öncelikle onlar vermeden kasada poşete abanmaya kalkarsan popo üstü çakılırsın, kafana makarnaları yersin! Bu kadar da ciddiler bu konuda. Bugün refleks olarak kadının önünde duran poşete uzanıp aliym dedim de, kadının gözlerinde ateşi gördüm! Nedenini bilen varsa nolur söylesin ben henüz hatırlayıpta soramadım kimseye. 

Bir diğeri de makarnaya ciddi abanıyorlar. Yani buranın yerlileri öyle en azından. Bildiğin abanıyor ya. Büyük bir alışveriş sepeti düşün ama yerde sürüklediklerinden, içini de full makarna paketleriyle doldur. Ah keşke çekseydim... Kadının hışmından korktum ama. 

Kahvesiz başlayan günler biraz eksiktir burada. Burası orası değil fakat okulun tam karşısında olan cafedeki adamla kanka oluşum... Adam baya hangi günler dersim olduğunu falan biliyo artık. Ne zaman gelip gittiğimi. Birkere dersim olmadığı gün gitmiştim de aklı karışmıştı yavrum. Espressolar can dostum oldu arkadaşlar. Çok güzel ayıltıyor, kesin bilgi! 

Şu fotoğrafa da Groove Armada-Think Twice çok iyi gider. 


























Galleria Umberto'nun içinde çok tatlı dilek ağacı koymuşlar, ben durur muyum, tabiki yazdım! Hem de mağazadan aldığım faturanın arkasına-_- Olsun dilek dilektir. DUY BENİ SANTAAA


Ne var biliyor musunuz, gezmekten, keşfetmekten, ilham almaktan korkmayın. Ani kararlar vermekten,  kalabalıktan, sokaklardan korkmayın. Çünkü onlar sizin bakışlarınıza, enerjinize göre şekilleniyor. Ve ancak öyle kendinizin kim olduğunu buluyorsunuz. Çemberin içine sokmayın kendinizi. Böylelikle kapasitenizin ne olduğunu da fark edersiniz. Biz hiçbir yere, hiç kimseye ait değiliz. Kimse değil. Çünkü yaşam akıp giderken, birçok yere gidiyoruz ama oradan dönüyoruz da. Bir yere bağlamayın ki kendinizi, özgürlüğünüzün ne derece olduğunu görebilin. Orada kalanlar, sonsuza dek, sadece adım atmaktan korkan kişiler. Bu korku yenilebilir. Ünlü düşünür :) Çizenbayan'nın da dediği gibi "Az eşyanız olsun. Çünkü eşyalar sizi bir yere bağlar ve gitmenizi zorlaştırır." 

Ve evet kimse kimseye de ait değil. Neden olsun ki? Bu demek değil ki sevdiğin kişiler sürekli değişecek. Belki hayatınız boyunca sadece birini belki 2 veya daha fazla kişiyi seveceksiniz belli zamanlarda. Sadece ait olmadığınız aklınızın bir kenarında olsun ki, o veya siz giderseniz üzüntünüz minimum olsun. Ait değiliz diye de "ooooh hadi görüşürüz beni bağlamaz" demeyin kimseye :)

Ve Kasımlar da biter...

Style Baby